28 Aralık 2010 Salı

Geleceğe Dönüş : Arsenal 3-1 Chelsea



Gençlik yatırımı Arsenal, son dönemlerde sürekli kaybettiği Rus yatırımı Chelsea karşısında Londra derbisini 3-1 kazanarak inandıkları felfeseye dünyanın her yerinden destek veren futbolseverlere yeni yıl hediyesi verdi. 

Sezonun başlangıcından sonra girdikleri korku tüneline kadar Chelsea'nin oynadığı futbola hayranlıkla yaklaştığımı söylemeliyim. Aynı dönemlerde Barcelona birlikte zamanın en formda ve güçlü takımı konumundaki Chelsea bu gece formsuzluğunun zirvesindeydi. İstatistiklere bakılınca kaleye bulan 4 şutları son dakikalardaki hengame esnasında oluştu, Arsenal'li futbolcuların acemilikleri dışında kendi başlarına üretken olamadılar. İlk yarıda büründükleri defansif ve sıkıcı futbolun geçmişten bugüne (Ancelotti dönemi için) süregelen bir sistem olduğunu düşünmüyorum, sağlam defansif özellikleri dışında oldukça kaliteli hücum organizasyonları geliştiren bir takımın bugünkü yaratıcı gücü korkutucu düzeyde. Bununla beraber kaliteli defansif gücünü, kötü kapanan bir takım sınıfına sokmuş olmaları aynı oranda acıklı.

Arsenal yakası birçok futbolseverin desteklemese bile en azından sempati duyduğu bir ekol. Lamsız cimsiz "Arsene Wenger" ekolü. Tekrar tekrar bahsetmeye gerek yok. Maçtan önce Wenger "Artık o kadar da genç değiliz" dese bile ilkonbirde en yaşlı oyuncular 27 yaşındaki Sagna ve Van Persie. 23 ve altında 6 futbolcu var. Üst düzey turnuvalarda yaşadıkları tecrübelere rağmen hala genç bir takım Arsenal. M.United ve Chelsea karşısında yaşadıklar kayıplar mental olarak şampiyonluklarının önündeki en büyük engel. Medya tabiriyle flaş takım olmakla büyük takım olmak arasındaki fark bu. Bu maçları sürekli kaybederek "flaş" takım hüviyetinde seyreden talihleri bu gece büyüklüğe doğru yelken açabilir. Tabi burda mecazi bir kavramdan bahsediyorum, yoksa Arsenal tarihi bazından bir büyüklük değerlendirmesi değil bu.

Fabregas için ayrı bir paragraf açalım. Maça damgasını vurdu mu vurmadı mı bu izleyenlerin keyfiyetine göre değişir, fakat dünya futboluna damgasını vurduğunu, vurmaya edeceğini söyleyelim. İnsanı hayrete düşüren teknik ve zeka niteliklerine sahip paslarından birini üçüncü golde Walcott'a verdiğini hatırlatalım. Hakikaten dünyada Barcelona'ya yakışan yegane futbolcu Fabregas. Transfer olacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum.

Eksik maçıyla oldukça avantajlı gözüken M.United bu uzun yarışta karşısına kimi alacak göreceğiz. Arsenal için bugün 3 puan dışında United'ın karşısına dikilmek adına atılan bir adım var. Heyecanları yeterli fakat şimdiye kadar yetmeyen nefeslerinin gücünü bekleyip göreceğiz.



24 Aralık 2010 Cuma

Taurasi: Sensiz saadet neymiş tatmadım bilemem ki!



Ortalıkta Taurasi ve doping sözcükleri aynı ortamda telaffuz ediliyor. Taurasi’ye uygulanan doping testinin pozitif çıktığının doğrulanması bir yana duygusal tarafım “memlekete bir yıldız gelmesin hemen ayağını kaydırırlar” komplosuna tutunmuş. Dedik ya duygusal taraf diye, mantık aramayın! Aynı duygusal taraf testlerin bir çırpıda basına sızdırılmış olmasını; “aman ha örtbas falan ederler belki” korkusunun tezahürü olarak görüyor, tüm bu yaşananları ise kıskançlık. Mantığım bu son komploya "oluru var" tadında yaklaşıyor.

Kadın basketbol tarihinin yaşayan efsanesi ülkemize gelmişken kendisini bize bir Avrupa şampiyonluğu yaşatmadan göndermek olmaz. Dilerim tüm bu testler Taurasi lehine sonuçlanır, biz de kendisini izlemek onuruyla arkadaşlığımıza devam ederiz. Tuttuğun altın olsun denir ya bizde, yediğin içtiğin pozitif olsun be Taurasi!




Beşiktaş'ın yeni oyuncakları



Yaz döneminin transfer yıldızlarından Beşiktaş, kış transfer dönemi resmi olarak henüz açılmadan yaptığı 3 transferle bu döneme de şimdiden damgasını vurdu. Manuel Fernandes kiralık olmak üzere Simao ve Hugo Almeida transferleri ile Quaresma’yı da bu üçlüye katarsak Türk futbol tarihinde Portekiz sayfası açılmış oldu diyebiliriz. Herhangi bir araştırma yapmadan, şimdiye kadar ligimizden herhangi bir takımda bu kadar fazla Portekizli futbolcunun yer almadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hafızamı zorladığımda üç büyüklerde oynamış, hatırlayabildiğim tek Portekizli futbolcu bir zamanlar Fenerbahçe’de forma giymiş sol açık Dimas. Hatırlayamadığım biriki isim vardır herhalde diye düşünüyorum.

İber yarımadasının İspanyol familyasından ülkemize gelen futbolcular&teknik adamlar listesinde hayal kırıklığı etkisi buram buram hissedilir. Şimdiye kadar hiçbir kulübümüz bu yarımadanın İspanyol kanadından beklediği verimi alamamıştır. Beşiktaşlı Guti’yle bu şanssızlık kırılacak gibi duruyor, buna mukabil İspanya’nın her açıdan komşusu Portekiz’in futbolcularının bu şanssızlık zincirine takılıp takılmayacağını şahsen merak ettiğimi söyyebilirim. Gelen üç transferden Fernandes’in kariyerinde yaşadığı iniş çıkışları bir kenara bırakırsak Simao ve Hugo Almeida  üst düzey futbol oynamaya devam ettikleri kulüplerden geldikleri için, mantıklı olarak bir sorun çıkmayacağını düşünüyor insan, yine de hayat bu. Hattızatında A.Madrid’in Simao’yu bir çırpıda bırakmış olmasını pek anlayamıyorum, aktif olarak kullandıkları bir dönemde üstelik. Kontrat ve yaş meselesi olduğunu sanıyorum, transfer iki taraf için “hayırlı” düzlemde seyretmiş olmalı.

Beşiktaş medyada diğer iki büyük kulübe nazaran arka planda kalmaktan şikayet eder, haklı olduğu gibi zaman zaman bu durumu da hakeder. Uzun süredir bırakın taraftararını memnun edecek, futbol severlerin ilgisini cezbedecek bir takım kuramadıklarından şu günlerde yaşadıkları yoğun ilgiyi geçmişte bu denli tadamadılar. Gerçektende Beşiktaş bazı dönemlerde oldukça “basit” ve “sıkıcı” bir takımla mücadele etmiştir. Şimdi kabaca yeni kadroyu kafamızda kurduğumuzda Ernst-Fernandes-Guti, Simao-Quaresma-Hugo Almeida üçlemeleri oldukça ilgi çeken, merak uyandıran futbolcular. Kağıt üstünde Beşiktaş, ikinci devrenin takip edilecekler listesinde zirveye çıkmış durumda. Beşiktaş’a gönül vermemiş futbolseverler tarafından da bu takım, yakın bir ilgiyle takip edilecektir. Şahsım adına ikinci devrede Beşiktaş’ı simdiye dek olmadığı bir biriçimde “aç” gözlerle izleyeceğimi söyleyebilirim. Renkleri bir kenara bırakıp Schuster’le birlikte bu kadronun futbol adına neler yapabileceğini görmek adına herkesi bu “filme” davet ediyorum.




21 Aralık 2010 Salı

Fenerbahçe 2 - Buca 3: Evde kimse yok!



Maç öncesi doneler Fenerbahçe'nin galibiyetini işaret eder nitelikteydi. Kupa'da ilk maç kaybedildiği için kesin galibiyet gerekiyor, Kadıköy'de (ligde) şimdiye kadar mağlup olunmamış, Bucaspor ligin dibine demir atmış ve iki takım arasında ligde oynanan maç Fenerbahçe'nin 5-2'lik üstünlüğüyle noktalanmış. Öyle ki maç öncesinde FB Tv mikronuna konuşan taraftarlar fark beklentisi içerisinde. Belki taraftarların beklediği fark oluşmadı ama, 5 golle tamamlandı maç.

Hızlı bir özetle bitirelim yazıyı. Aykut Kocaman sene başında işaretini verdiği 4-3-3 dizilişiyle sahada. Dizilişin tek kusuru orta alandaki üçlünün en az ikisinin yaratıcı ve hücuma dönük özelliklerinin bulunmaması. Selçuk bu kurguda yerine oturuyor fakat Cristian ve henüz gelişimini tamamlamamış haliyle Gökay bu özelliklere sahip değil. Keza, F.Bahçe kanatları kullanan 4 oyuncusuyla (Dia-Stoch-Gökhan-Santos) sürekli yükleniyor Bucaspor kalesine. Fakat yapılan ortalar Bucaspor defansı arasında eriyip gidiyor çoğunlukla. Burada sorun Bucaspor ceza sahasında ortaları gole çevirecek tek adam bulunması: Semih Şentürk. Orta saha ve ters kanattaki oyuncular bu denemelere gerekli desteği maç boyunca vermiyor. İkinci gol ve yine Lugano'nun direğe takılan kafa vuruşunda pozisyonlar duran topların devamında geliştiği için rakip ceza sahası F.Bahçe adına oldukça kalabalık. Yani F.Bahçe ceza sahasını kalabalık tuttuğu kanat organizasyonlarından bir gol, bir de şanssızlık kaçan gol pozisyonu çıkarıyor. Bu durum görülüp ataklarda bir türlü ikinci, üçüncü adam sokulamıyor ceza sahası içine.

Bu maçın bana öğrettiği en önemli şey şudur: Emre ve hatta Özer'in yokluğunda 4-3-3 denemesinin F.Bahçe adına beyhude bir girişim olduğu. Dia ve Stoch'un forvet karakterli kanat oyuncusu olmayışları bu eksikliği daha da bir gözümüze sokup çıkardı. Hatta F.Bahçe'nin Aykut Kocaman'ın elinde herhangi bir şartta 4-3-3 felsefesiyle oynayabileceğinden şüphe ettiğimi de söylemeliyim. Şüphemin kanaate varmamasının nedeni kadrodaki eksikler...

Bucaspor'un neredeyse 3 atakta 3 gol bulması oldukça enteresan. Manucho, ilk golde ve kendi attığı üçüncü golde Sestak'ı hatırlatan slalom hareketleriyle F.Bahçe savunmasını kolayca aşıyor. Bucaspor'un ikinci golü akıllıca bir organizasyon ürünü olduğu için yapılacak bir şey yok. Bazen goller ortada bir hata yokken yenir. Serkan'ın üçüncü goldeki hatası felaketi getiren sebep olsa bile ıslıkları haketmiyor. Diğer iki golde Serkan'lık bir durum yok.

Aykut Kocaman yaptığı değişikliklerle maçı F.Bahçe adına bombok bir hale soktu. Alex ve Niang girdikten sonra Gökay'ı sol çizgiye atmasının tek bir mantıklı sebebi var mı? Sağ kanat oyuncusundan vazgeçmişken Gökay'ı illa ki sol çizgiye indirmek neyin nesi anlayamıyorum? Yok eğer Niang sağ açıkta oynamakla görevlendirildi dersek (ki Niang'ın biraz sağa çektiği doğrudur!) bu da külliyen hatalı bir karardır. Kocaman kanat fantezisini Gökay-Uğur değişikliğiyle taçlandırıp, son 20 dakikanın F.Bahçe için heba oluşunu sert mizacıyla takip ediyor saha kenarında. Beklerin iyice hücuma çıktığı, üçlü orta sahanın bu ileri çıkışın açıklarını kapattığı bir sistem neden kullanılmaz? Üstelik elinde Santos ve Gökhan gibi hücum karakterli iki bek varken... Onların eksikliklerini Cristian ve Selçuk giderebilecekken... Gökay, Alex'le birlikte orta sahada köprü görevini üstlenebilecekken... Niang ve Semih 2 forvet karakteriyle oynayabilecekken... Şimdiye kadar kendisi adına gördüğüm en kötü değişiklik ve sistem tercihinde bulundu Aykut Kocaman.

Sonuç olarak bu sezon elindeki tek özellik evde kaybetmeme olan F.Bahçe bunu da yiyerek kupa yarışındaki hasretini 28nci yıla taşıyacağına dair sinyaller verdi. Verilen onca sinyalin arasında bir bu eksikti değil mi sevgili F.Bahçe'liler?



13 Aralık 2010 Pazartesi

Ankaragücü - Fenerbahçe: Oynatmamak: 2 Yürümek: 1




Galip taraftan başlayalım. Ankaragücü’nün galibiyeti ne onlar adına, ne de futbol adına bir kazanç değil. Schuster’in 60’ların futbolu beyanatına ithafen Ümit Özat’ın ligimizde senelerdir sıkılarak tekrarını gördüğümüz “kapanın, seker-düşer bir gol atarız” planı basit bir kolaycılıktan ibaret. Yaşadıkları zorlukları bu oyuna maske yapmak işin başka bir kolaylama yönü. Karşınızda Barcelona gibi allame-i cihan bir takım yok, ilk yarıda topla oynama üstünlüğünü %70 rakibe bırakacak kadar futbol adına umutsuzluğa kapılmak doğru değil! Basitçe söylemek gerekirse fiil karşılığı “oynamak” olan bir oyunun “oynamamak” üzerinden inşa edilmesi akla mantığa uygun bir hareket değil. Bu yüzdendir ki bu fikirlere tutunan insanlar gündelik galibiyetlere rağmen takımlarında tutunamazlar. Senede 2, kariyeriniz boyunca 50 takım gezersiniz, emekli olduğunuzda sizden geriye bir şey kalmaz.

Elbette şartlar zaman zaman böyle oynamayı gerektirebilir (Mourinho’nun Barcelona’ya yaptığı gibi) ama bunu alışkanlık haline getirmek, sizden güçlü her takıma karşı bu anlayışla sahaya çıkmak ne rakibinizi kısaltır ne sizi uzatır. 3 puanı kazandığı için Ankaragücü’nü iyi ilan eden zihniyet haftaya farzı misal Bandırma Belediyespor karşısında yenilen takımı kötü ilan etme hakkına sahip değildir artık. Bozuk saate günde iki kez doğruyu gösterdiği için itibar edilmez zira. Bu söylediklerim bugünkü maç üzerinden bu görüşe sıkı sıkıya bağlanmış tüm futbol adamları için, Ali’ye Veli’ye özel bir şey değil.

Fenerbahçe cephesine bakalım: Su sıfır derecede donar, Fenerbahçe’li oyuncular deplasmanda! Fenerbahçe’nin donuk futbol oynaması için kar yağışı şart değil, Katar güneşi bile futbolcuların kaynaması için yeterli ısıyı üretemeyecektir. Sezon başında “değişimden” söz eden Aykut Kocaman’ın takımının başlangıçtaki görüntüsünün aksine günbegün geçen sezonun Daum Fenerbahçe’sine evrimi, değişimin rotasından saptığının göstergesi. Orta saha oyuncularında korkunç bir durgunluk; topla oynama istekleri, oyun kurma istekleri ameliyatla geri döndürülemez bir biçimde alınmış sanki. Alex hep eleştirdiğimiz ikinci forvet mevkisinde markajın kollarında uykuda. Pas veren futbolcunun tiyatroda rolü bitmiş de sahneden çekilmiş bir oyuncu gibi yürüyerek maçı izlemesini ben Fenerbahçe’de gördüm! Oyun defanstan kurulacağı esnada topa sırtını dönen orta saha oyuncusu olarak Cristian’ı müşahede ettim! Spikerlerin“Pas verecek arkadaşını bulamadı” cümlesi bugün modern futbolda çoktan tarih oldu, fakat bizim kendimize has yüzyılımızda hala yaşıyor. Bütün Fenerbahçe’li futbolculara bizlerle paylaştıkları futbol ziyafeti için “subhanallah ibretlik bir paylaşım” mesajı atmak isterim. İbretle, hayretle izliyoruz nitekim!

Aykut Kocaman’a onu niye oyundan almadın, bunu niye sokmadın demek isterim tabi bu yazının içinde. Ama yedekte oturan Ibrahimovic’in oyuna girip bu maçı çevirmesi tıpkı Ankaragücü’nün bu anlayışla maçı kazanması gibi gelecekte yarar getirecek bir şey değildir. Futbolda istikrarlı sonuçlar ve başarılara imza atabilmek tek maçlık olumlu tercihlerden daha fazlasını gerektirir. “Bu takım son 5 sezonda 1 kere şampiyon oldu” diyen Aykut Kocaman takımı son 5 senedeki formatıyla oynatıyorsa Stoch girmiş, Alex çıkmış, maç 3-2’ye dönmüş bir şey fark etmez. Bugün benim için bu maçtan çıkan yegane sonuç an itibariyle sezon başı telaffuz edilen “Değişim” sözünün palavradan ibaret olmasıdır. Tabi “an” bu değişir, yarın ne getirir bilinmez…

11 Aralık 2010 Cumartesi

Eskişehir'de Komplo teorileri: 2 Futbol: 0



Sondan başlayalım. Eskişehir karşısında alınan yenilgi derhal takımın maç günü Eskişehir’e gelmiş olmasına bağlandı televizyon erkanında. Bu durum kendisinden sorulan Schuster gülümseyerek “Yarım saatlik yolculuğun kimseyi yorduğunu sanmıyorum” dedi. Teknik direktörün bu yorumu kesinlikle geçerli ve yeterli görülmeyerek tüm hafta boyunca en çok konuşulan şey olacak medyada bundan eminim. İkinci “maçtan önce kamp olmaz mı hiç!” seferleri çoktan başladı. Birinci seferin muhatabı şu an işsiz.

İkinci komplo teorisi, mikser niteliğine günden güne ısınan spiker Melih Gümüşbıçak’tan geldi. Kırmızı kart çıktığı anda karar verilmişti: Ligin son haftası noel tatiline denk geliyordu, Guti rahat tatil için kolayca attırmıştı kendini oyundan. Tv ekranında iş popülizme gelince mangalda kül bırakmayan, yöneticilere, futbolculara, taraftarla itidal çağrısında bulunan şahsı muhteremlerin hiçbir dayanağı olmadan kitleleri hastalıklı komplo teorileriyle doldurmalarının ne anlamı var? Niang’ın golü şans eseri, hakemin kararları F.Bahçe orjinli, Guti’nin kartı noel maksatlı. Biraz fazla olmuyor musunuz Melih bey?

Maça gelelim. Onca sakattan sonra sadeleştirilmiş, sıradanlaşmış bir Beşiktaş var. Schuster elindeki malzeme gereği 4-3-1-2 tadında bir sistemle sahada. Keza yokluk bu sistemi körüklüyor birkaç haftadır. Eskişehirspor’un topun arkasına geçerek Beşiktaş’a hiç alan bırakmamak gayretinde olduğu çok açık. Maç sonrası futbolcuların yorumlarında haftaiçi Bülent Uygun’un “Bırakın top onlarda kalsın, defansın öne çıkmasını fırsat bilip araya oynayın” dediğini öğreniyoruz. Zaten Beşiktaş sezon içersinde sürekli bu taktikle mağlup ediliyor. Bu sistem, yani nispeten kanatsız oynamak, beklerin hücuma daha fazla ve etkin katılmasını zorunlu kılıyor. Bu zorunluluk Eskişehir’in kanatlardaki boşluğu kullanmak istemesiyle birkaç tehlikeli atağa dönüştü ilk yarıda. Bununla beraber topyekün topun arkasında duran bir rakibe karşı kalabalık orta saha kurgusu üretkenlik getirmiyor. Bekini çıkartsan bir dert çıkartmasan ayrı bir dert. Üstelik bu sıkışıklık bugün itibariyle daha forvet karakterli oynaması gereken Guti’nin sürekli geriye çekilip oyun kurmaya çalışmasıyla daha da yoğun akıcı bir kıvama büründü. Tabi Schuster adına yapılacak bir şey yok. Müdahale aralığı dar hatta sıfır bana kalırsa. Ben Beşiktaş bu şartlarda nasıl gol atacak acaba bir duran top haricinde diye düşünürken Guti’nin kırmızı kartı geldi cihana. Bundan sonrası bahane…

İkinci yarıyla birlikte rakibin eksikliğini iyi kullanan Eskişehirspor (Schuster’in bana kalırsa başarılı hamlesine rağmen) Tello’nun sahaya katılımıyla daha yaratıcı daha estetik bir hale bürünerek maçı kopardı. 30 sene sonra gelen bu galibiyetin Eskişehirspor için anlamını bilemiyorum ama Beşiktaş için anlamının acıtıcı olduğu bir gerçek. Üstünde yer alan 4 takımın alacağı skorlar Beşiktaş’ın ikinci yarı talihini belirleyecek. Bu dört takımdan, Trabzon+1 takımın galibiyeti işleri Beşiktaş adına berbat etmek için yetecektir bana kalırsa.

Kırmızı kart mevzusu için ek paragraf açalım. Bir futbol izleyicisi olarak; alkış olsun, topu yere vurmak olsun, hele ki kart işareti yapmak olsun bu tür hareketlerin cezalandırılmasına son derece gıcık oluyorum. Teşbihte hata olmaz diyerek, “deliye yetki vermişler önce babasını kesmiş” misali Türk hakemlerinin bu tür direktifleri abartılı doğrulukta uyguladıklarını görüyoruz yıllardır. Avrupa maçlarında ben örneğine şahit olmuyorum. Futbolcu bazen kart istiyor, bazen topu yere vuruyor. Bu kadar kolay cezalandırılmıyorlar. Bazı fiillerin o an hırsla dolmuş bir bünyeden çıktığını unutmamak gerekir. Tıpkı seyircisiz oynama cezalarının futbolu çirkinleştirmesi gibi bu tür basit hareketlerle oyuncu atmak da futbolu öldürüyor. Hakemler akıcı futbolun düşmanı sertliklere müdahale etmekte bu oranda istekli ve başarılı olsalar, daha güzel bir iş yapmış olurlar.




10 Aralık 2010 Cuma

Bu cezalarla lig bitmez!



Geçen sezonun bakiyesi ile başladı Fenerbahçe lige. Beşiktaş-Bursaspor maçı öncesinde yaşanan olaylar neticesinde 2x2 dört maç seyircisiz cezası çıktı. Seyircisiz oynama cezası futbolu öldürüyor, öldürmüyorsa süründürüyor, hiç olmadı anne-baba ayrı çocuk gibi ortada bırakıyor! Bu klişelerde hemfikiriz sanıyorum.

Fakat şu durumda federasyona söylenecek fazla bir şey yok. Ortada bir cürum var ve bu cezalandırılmalı. Bizlerin ve hatta federasyonun ortak şikayeti ise bu cezalandırmanın yanlış adrese yapılıp durduğudur. Stad dışında kavga çıkıyor, cezası 2 maç seyircisiz oynamak. Ne alakası var değil mi?  Yani kulübünüzü seviyorsanız kavga etmeyin, birbirinizi bıçaklamayın e mi çocuklar diyor yasalar.  Çıkacak ilk kavgada yarım sezon seyircisiz oynama cezası verilecek deseniz, o kavga yine çıkar. Kavga dövüş böyle engellenmez.

Askeriye'de yazılı olmayan kanunlar vardır bilirsiniz. Bir kişinin yaptığını herkes çeker. Sen bir öküzlük yaparsın bütün bölük çarşıya çıkamaz. Bu basitlikte kurulmuş ceza kanunu olur mu? Futbol, bir bölük askerin idare edildiği ilkel kurallardan çok daha fazlasını hakediyor.


>br>

7 Aralık 2010 Salı

İlk yarı golleri Migros'a

Fenerbahçe’nin maçların ilk yarısında sergilediği performansın ikinci yarılarla çeliştiği sağır sultanın bile malumu. Hastalığın Karabükspor maçında yeniden gösterimi sergilenince spor basını ilk yarı istatistikleriyle doldu taştı. Şimdi biz ilk yarı istatistiklerini Şükrü Saraçoğlu’nda oynanan maçlarla sınırlandırıp başka bir noktaya odaklanalım:


Rakip Skor Migros Telekom Başlama
Antalya 4-0   * 4      0 Antalya
Manisa 4-2      3   * 1 F.Bahçe
Beşiktaş 1-0   * 1      0 Beşiktaş
G.Birliği 3-0      1   * 2 F.Bahçe
G.Saray 0-0   * 0      0 F.Bahçe
Eskişehir 4-2   * 3      1 F.Bahçe
Buca 5-2   * 3      2 Buca
Karabük 2-1   * 2      0 Karabük
* İlk yarıda hücum edilen tribün

Şükrü Saraçoğlu stadında oynanan maçlarda ilk yarılarda atılan gollerle ikinci yarılarda atılan goller genel istatistikle örtüşüyor. Fenerbahçe kendi sahasında oynadığı maçların (toplam 8) ilk yarısında rakip takımlara toplam 16 gol atarken ikinci yarılarda 7 gol atabilmiş. Burada enteresan gelebilecek bilgi sekiz maçın altısının (8/6) ilk yarısının migros tribününe karşı oynanmış olması. F.Bahçe sadece 2 maçta ilk yarıyı Telekom tribününe karşı oynamış. İlk yarı-ikinci yarı şeklinde ayırmadan maçın bütününe baktığımızda Migros tribünü tarafına atılan gol sayısı 17 Telekom tarafına 6. İlk yarıları Telekom tribünü tarafına oynanan iki maçta ilk yarıda atılan gol sayısı 3 ikinci yarıda (Migros’a) atılan 4. Yani garip şekilde Fenerbahçe’nin Migros tarafına daha çok gol atması söz konusu.

Sekiz maçın altısında ilk yarılar Migros tribününe karşı oynanmış dedik. Bu sekiz maçın dördünde oyuna Fenerbahçe başlarken dördünde rakip takımlar oyuna başlamış. Rakip takımların oyuna başladığı dört maçta da Fenerbahçe’nin kale tercihi Telekom tarafı olmuş, yani Migros tarafına hücum etmeyi tercih etmiş. Yani top kale seçiminde kale hakkı Fenerbahçe’de kalınca ilk yarıların Migros tarafına doğru oynanma alışkanlığından sözedebiliriz.

Elbette bu rakamlar Fenerbahçe’nin oyun şifrelerini falan vermiyor, dediğim gibi en fazla kale seçimi alışkanlığından sözedebiliriz. Daha kesin bir sonuç için sezonun tamamına bakmak gerekiyor, zamanı gelince ona da bir bakarız. Fakat bu rakamlardan alınabilecek şöyle mantıklı bir sonuç var: Saraçoğlu’nda kale arkasında maç izleyecekseniz daha fazla gol görmek için (ya da daha net!) Migros tribününden bilet almak daha doğru bir seçim olabilir :)


6 Aralık 2010 Pazartesi

Fenerbahçe 2-1 Karabük



Şükrü Saraçoğlu’nun tribünleri dolu. Peşpeşe alınan 2 galibiyet, puan durumunda son haftalarda yaşanan dalgalanmalar ve Kadıköy’de +3 gol izleme garantisi. Bir de işin içinde Emenike faktörü var, ligimizin kendini izlettiren ender adamlarından.

Skor F.Bahçe lehine 0-0’dan 2-0’a rüzgar gibi geçerken aynı rüzgarın Emenike’nin arkasında olduğuna da maçın başında şahit olduk. Fenerbahçe’yi 2 farklı üstünlüğe taşıyan “skortif” rüzgar, ortaya konan futbola pek tesir etmedi. Göz açıp kapayıncaya kadar gelen 2 gole karşılık Fenerbahçe tarafında ortaya konulmuş enfes futboldan sözetmek mümkün değil. Maçların ikinci yarısında Parkinson hastalığına tutulan Fenerbahçe görüntüsünde bir değişiklik yok, istikrar adına sevindirici bir durum. (!)

Hücum savunmadan başlar

Fenerbahçe’de tezahürünü gördüğümüz bir söz bu. Volkan Demirel oyunu sürekli Lugano veya Yobo’ya kısa pas oynayarak başlatıyor. Fenerbahçe yarı sahasında çok adam bulundurarak pres yapmaya çalışan Karabük’e rağmen bu durumdan pek taviz verilmedi maç boyunca. İkinci yarı presle sıkıştıkları bir iki pozisyon dışında hep kısa oynadı Volkan. Topu ayağında tutma sözü veren Aykut Kocaman’dan doğru bir hamle. Üstelik kafa toplarını her daim alacak uzunluğa sahip olmayan bir takım var ortada. Kısa pasla oyunu başlatma sevdası o kadar belirgin ki, aut atışını Karabük’lü oyuncular biraz uzaklaşsın niyetiyle geciktiriyor Volkan Demirel.

Niang’ın Yalnızlığı

Her ne kadar sakatlık sonrası eski forumunu aratsa da Niang adına asıl sorun yalnızlık gibi görünüyor. Belediye maçında olduğu gibi bu maçta da oldukça güçsüz göründü, üstelik hem güçsüz hem yalnızdı. Bu yalnızlıkta son iki haftada oynanan rakiplerin nispeten dişli ve rakip sahada pres yapan takımlar olmasının da bir etkisi var. Karabük’ün direnci ve pas yapabilme becerisi karşısında Fenerbahçe oyunu rakip sahaya yıkmakta zorlandı, üstelik gole rağmen Alex pek ortalarda görünmedi. Bu yalnızlık akşamında mecburen ve ihtiyace binaen Niang’ın kendisine gelen her topu bir müddet oyalaması gerekiyordu, bu yönde çabaladı fakat pek beceremedi. Daha yalnız fakat daha becerikli olduğu maçlara şahit olmuştuk halbuki. Ümit edelim ki bu güçsüz görüntüsünün altında sakatlıktan çıkma bahanesi olsun, İstanbul geceleri değil.

Emenike’nin Yalnızlığı

Sanırım o buna alışkın. Üstesinden gelmekte çok fazla sıkıntı da çekmiyor. Hızlı diye bildiğimiz Yobo’dan ikiz defa sıyrılışı var ki; ikincisi gol olurken, önce doğanı az farkla Volkan kurtardı. Karabük iyi takım mahiyyetinde gözüküyor ama bu niteliği alırken Emenike’den fazla besleniyorlar. Cernat’sız kalmanın üstesinden bir şekilde gelebildiler fakat Emenike’siz  kalmak onlar için facia olabilir. Büyük kulüplerin transfer iştahını iyice kabartan bir futbolcu sizin oyun tarifinizde en fazla yeri kaplıyorsa, kaybı anında bu boşluktan doğacak cümle düşüklüğü, küme düşüklüğüne dahi yola açabilir.

Selçuk girerken…

İlk yarının hemen başında yapamadığını ikinci yarının başında icraate döken Emenike, zaten maçların ikinci yarısına çıkmak istemeyen Fenerbahçe’li futbolcuları iyice ürküterek golü ve top hakimiyetini takımına kazandırdı. Alex-Niang-Stoch üçlüsünün kayıpları oynadığı dakikalarda kenarda ısınan (ki bu oyuncular yenilen golle birlikte ısınmaya gönderildiler) üç futbolcu vardı: Semih-Selçuk-Dia. Beklenen işaret tercüman Samet’in (ya da yardımcı antrenör olmuştur artık?) el kol hareketiyle geldi. Alışıldık ve olağan bir değişiklik bekleyen Semih ve Selçuk, Dia’yı işaret ettiler. Dia’da bir an için oyuna gireceğini sandı nitekim. Fakat tribünler kadar kendisi de şaşıran Selçuk koştu kulübüye doğru. Orta sahayı rakibe kaptırmış bir takım için absürd bir seçim değil bu zaten. Fakat ne yalan söyleyeyim ben Alex’in çıkacağını düşünmüştüm. Belki de Alex bile böyle düşünmüştür. Dördüncü hakem Stoch’un numarasını kaldırınca alışılmadık bir tercih daha sahnelendi. Emre Stoch’un çıkıp Selçuk’un oyuna girdiğini görünce Aykut Kocaman’a ben sola mı geçiyorum diye işaret yaptı yılların alışkanlığıyla. Fakat Aykut Kocaman yerinde kalmasını işaret etti. Ne zaman ki Selçuk sahaya ayak basıp Niang’a sola geçmesini söyledi, gizem o zaman çözüldü. Son durumda Cristian-Emre-Selçuk orta üçlüyü, Niang-Topuz kanatları, Alex forvet mevkisini aldı. Bütün bu nümayiş neden yaşandı dersiniz? Bana kalırsa yeni bir “Alex’le aranızda bir problem mi var?” sorusuna (ya da soru yağmuruna!) muhatap olmamak için.

Sonuçta bu değişiklik işe yaradı. Niang’ın çıkıp Dia’nın girmesi daha da kan yapıcı oldu Fenerbahçe için. Bozulmuş üçlüden geriye tek kalan Alex’in çıkışı oldukça gecikti, bir çoğuna göre bu gecikmenin tesiriyle kaçırdı Semih “o” golü.

Cristian

Onsuz bir yazıyı bitirmem mümkün değil :) Geçen haftaki olumlu görüntüsünün altında bir uyanış mı vardı transfer korkusu mu? Ya da son seçenek olarak düşündüğümüz Gökay’ın henüz oyuna ağırlığını koyamayışının bir etkisi mi? Bu maç için kötü oynadı diyemeyiz fakat Emre’nin varlığının Cristian’da sakinleştirici etkisi yaptığını düşünmeden de edemiyorum. Hattızatında iki maçla kendini kurtaracak durumda değil, devamsızlığı çok.

Son 200 metre

İlk yarı için son 200 metreye girerken görüntü biraz şöyle: Trabzonspor’un inatla puan kaybetmeyişi takipte bulunan takımların formlarını anlamsızlaştırıyor. Son 200 metrede işi en kolay görünen takım Bursa gibi gözüküyor, tabi kağıt üstünde. Belediye üç büyüklere (ya da sadece ikisine) uyguladığı tarifeyi Trabzon’a uygularsa ikinci yarı öncesinde takipteki takımlar morallenebilirler. Hatta olası bir yenilginin transfer sezonuna bile yansıması olacaktır. Bekleyip, izleyip, göreceğiz…